30 Ekim 2011 Pazar

Rooibos

Dünden bugüne ne değişti biliyor musun?
Tahammul sınırlarımın kapladığı alan.
Artık daha az kapsarken daha çok karşı çıkıyorum. Eş zamanlı olarak boşveriyorum. Boşverdiğim gibi de siliyorum. Çünkü elimdeki koca silgi hiç kullanılmamış gibi taze. Tozu çıkmamış, ucu kararmamış.

"Bu dengesiz ve adaletsiz dünya, o dünyanın bilmem kaç senelik insanı ben".

Olasılıklarımın tam merkezindeki çekirdek benden oluşma. Atomlarında benim pürüzlü cildim var. Yanılsamalarım, öngörülerim, saplantılarım ve tabi ki inadım. Alt ve üst katmanların hepsi birden takdire şayan düzende kurulmuş dengesizliklerimden ibaret. Bunun fotoğrafını gösteriyorum herkese, bir de düğme var üstünde. "Denemek için bas" yazan.
Emir kiplerinden oluştuğuna bakma sen, içinden geçen öyle değil. Bu sadece bir kapak / bir kalkan.

Tam da bu sebepten senin anladıklarına benim anlattıklarım havada çarpışıp sis olup çöküyor bana ve sana. İki yol çıkıyor her filmde, her şiirde olduğu gibi.
Sallandırıyoruz sonrasında sen bir köşede ben bir köşede şişlenmiş voodoo bebeklerimizi.
İnsanın doğasındaki o vahşet gözle görülür yaşlarla aksa da, biz yine yastığa siliyoruz.

Gururumuz on kaplan gücünde, çok şükür, çok lazım.

b'3010

18 Ekim 2011 Salı

Hayır yağmur değil, sadece koku.

"Eğer ki sözümden dönersem, kapının önüne koy beni. İkiletmeden."

Ne defterler ne duvarlar bitirdim. Dolup da şişen, beni terk eyleyen hep gözlerim oldu.
Çocuğu ölen anne gördüm, ağladım. Annesi ölen çocuk gördüm, ağladım.
Köpeği ölen bir adam gördüm, unutamadım.
Güzel günlerin gelişine ithafen de doldurdum hep, yedekte beklettim.
Sonra kadehimin kenarına düşen izlere baktım. Çoktu. Ne değişik öpüşler varmış diye düşündüm. Bazısı öyleyken, kimisi böyle. Ama hepsi birbirinden farklı.
Uyanışlarım gibi aynen.
Ama, duvarımdaki fotoğraf hariç.
Akli dengem yerinde uyanabildiğim sabahlarımda gözümün ucuyla görüyorum onu. Bazen ise saatlerce izliyorum. Seni izleyebildiğim gibi.
O kareyi çektiğim anı düşünüyorum. Gözlerimi kapatıp burun deliklerimi şişiriyorum doğru havayı hatırlayabileyim diye. Gürültüyü de, gülüşenleri de belki arkamda sevişenleri de. Hepsini aynı anda aynı tonda nefes sesimin bir tık arkasında hissedebilmek için, yapıyorum bunu.
Demirin soğuğu da gerçek, yastığımın konformist duruşu da. Yemin bile edebilirim herkese, orada yeniden olabildiğime dair. Gerek varsa, yaparım.
Sonra günün en masum saatini, saatler sonrası heyecanlarımı, o tatlı esintiyi hatta belki boğaz soğuğunu...hepsini bir bir tüm duyu organlarımın içine alacak düzeyde hissediyorum. Hislerimle gurur duyuyorum. Onlara güvendiğimin farkındalar. Sadıklar bana.
Hiç kovmadılar beni. Yüzüme de vurmadılar. Sabırla beklediler, şimdilerde ise aramız pek iyi, diyaloglarımız çok kuvvetli.

"Zaman en önemlisi" derlerdi, kızardım.
 Bu ne aymazlık bu ne bencillik derdim. İstediğim gibi yönetebilirim, gerçekten istersem şayet. Altından girer üstünden çıkardım inançlarım bu yöndeydi, inanırdım. Ölçü birimlerine karşı olduğum gibi.
Çünkü zaman, aslında insanın kendine biçtiği bir elbise. Bazen tadı ekşi de olsa, aslında o tuzun ekşiliği, bilinen bir doğa gerçeği bu.

Yanılsamalarımın gerçek cevaplarını hep aynı duvarın aynı köşesine denk gelen oyukta buldum. Çaput da bağlarım, tütsü de yakarım, mum da dikerim. Benim olan tek sığınağımı ziyaretçiye yalnızca deliklerden gösteririm. Tehlike anında çanlarımı çalarım, kimsecikler anlamaz.
Hem kendim korurum hem de kendim bozarım.

Kafamı sokacağım kadar alanı ana rahminden sonra yalnızca burada bulabildim.

Benim yüzüm budur sanıyorum
Çirkin mi diyorum, değil korkulu
Tarife göre bir atımlık tedirgin
Gününe göre azıcık anlaşılmaz
Geceye sorarsanız bir yere yolcu.

Belki bir sevme olayında kayıp
Bakınca anlaşılır gözlerimin çokluğu
Şarabıma gidiyorlar tek kelimeyle
Her şarap bir bitendir tarife göre
Yani bir aşk mevsimidir bardağın sonu.
 
Bütün yüzler budur sanıyorum
Çok kaybettim niye olduğumu
Oynasam kazanırdım kendime göre
Belki de bir Tanrı bulup sığınır ellerime
Büyütür dururdur korkunçluğumu.
 
Onu gezdiriyorum şimdi; o garip, anlaşılmaz
Ben ki ölmedim daha, ölümün yüzü bu
Bir çiçek kırılsa, bir dal eğilse
Yok diyecek doğrusu ölümün zaferine
Yani bu uzaklık zorunlu.
(E.Cansever)


7 Ekim 2011 Cuma

Ceviz likörü ve badem

Sanırım insanın kendine verebileceği en güzel ödül, gördüğü bu basitlikler, çirkeflikler ve kirlenmiş insanların arasında olmadığına, olamayacağına karşı ettiği şükür olsa gerek.

Karşılaşılan saçmalıkların içerisinde serzeniş hep olur. Nedeni niçini bir kenara bırakarak belki nasıl? daha önemli bir soru. Cevabını vermek daha bir zor, belki önemi ondan ileri geliyordur. Zaman geçtikçe bozulan yada küflenen yemek artığı gibi birşey bunun benzeri, gördüğüm kadarıyla.
İnsanlar da öyle.

Bir daha yapmayacağıma dair büyük konuştuğum şeyler vardı. Bazen de korkardım gün gelip yüzleşmek, tükürdüğümü yalamak durumunda kalmak, dahası pişmanlığını ağır yaşamak olursa ucunda diye, açamazdım ağzımı. Hatta aklımdan geçirmekten dahi çekinirdim.
Meğer insanı hafifletirmiş. Söylemek gerektiği yerde ifşa etmek, o ağızdan çıkarmak veya yazmak hiç olmadı şiir okumak yada ne haltsa! yararı varmış zararından çok.
Kişi, kendi kendisini koruyamadığı müddetçe varolmasının bir anlamı da yok.
Etraf çok zalim. Herkes anasının gözü. Önüne bakarken arkasını kolaçan edecek kadar yetenekli. Kalmadı ki seni şöyle bir süzmeden gözünün içine bakacak insan. Yada benim şanssızlığım.

Bence sonu gelmeyen bir paradoks gibi gözükse de, senaryonun finali çoktan hazır.
İnandıklarımın, düşündüklerimin arkasında durdukça aldığım zevk on kaplan gücünde. Bir yudum daha içerim ceviz likörümden ki, değmeyin keyfime!

Kendime aynada baktıkça bazen gördüklerim karşısında hayrete düşüyorum.
Aynada gözümün içine bakamadığım zamanlar olmuştu benim, hatırlarım. O kadar yenik o kadar boynu bükük kalmıştım ki zavallı ben'ime, yanaklarım al al olurdu da işimi görüp çekilirdim karşısından.
Şimdilerde iyi anlaşıyoruz. Bu sefer o tiyo vermeden bildim ben oynayacağım atı. İçsesim, öngörülerim, altıncı hislerim hepsi aynı yöne bakıyor bu sefer.

Çok biriktirdim, hatta çöp suyu gibi akıyordu artık alttan. Nereyi kapasam, başka yerden akıyordu zaar.
Meğer anlaşmalıymışım, o küçük puntolarla altta yazan ayrıntılı cümleleri okumalıymışım. Nasılsa lüzum yok dediğim her bir minik detayı özümsemeliymişim.
Şeytanın ayrıntıda uyuduğunu unutmamalıymışım.
Çok sessizlikten değil çok sesten korkmalıymışım.

Ağaran saçların anlamları varmış, teker teker. Bence oturup biraz da onları dinlemeli. Kolay değil, yeni yeni yerleşiyorlar artık canları nereye isterse oraya. Yeni geldiler, bir çay demleyeyim ben,
yorulmuşlardır.

b'0610

3 Ekim 2011 Pazartesi

Bazı geceler sabahlara kadar şiir okumak istiyorum.

"Herkese verilecek bir cevabım var. Yaptığım ve yapmayı düşündüğüm her ne ise arkasında duruyorum. Belki insanlık için oldukça küçük hatta kapsam dışı ancak benim için gayet önemli."

"Ne olurdu, biraz kendimizi önemseyebilseydik?", bunu derken bile içinden geçen ve savunduğun tam aksi aslında. Ben biliyorum. Üstelik verdiğin cevap karşısında bakışlarından bunu düşündüğünü anlamam o kadar kolay ki.
İşte bu sebepten olamıyoruz. Back-vocal'ler sandığından daha kuvvetli. Kimi zaman şarkıya sen eşlik ediyorsun, onlar ise söz sahibi. İlk başta hoş gelse de sonradan hakimiyete dönüşen gereksiz bir psikozda kendimizi en gereksiz en kıymetsiz buluyoruz, her zamanki köşe başında. Ne duygularının bir önemi var ne de aslında ne ve kim olduğunun.
Dümen kimin elindeyse kaptan o. Altı çizili ama boyutu küçük yazılmış en küçük detaylarda bile bu yazar. Senin ne kadar "ne" olduğunun önemi zerre kadar yok. Bana itiraf et, ben sana edeyim, ikimiz bilip sadece ikimiz inanalım. Farkındaysan zaten sadece ikimiz kol kanat geriyoruz. Bu haktan reva mıdır?

Nihayet anladıklarımızdan bir radyo programı yapsak? Çok satar mı dersin?
Bizim de yeni anladıklarımızı henüz kavramamış insanlara yol mu açar, sıhhat mi verir?



b'0210