5 Nisan 2020 Pazar

Denge ve Uyum Nerede?


Bir su gibi akışta. 

Akıştaki her şeyin kabulünde. 
Teslimiyet, korkmadan bütündeki iyiliği hazmederek gelecek. Suda, havada, toprakta her bir detayda gizli. Kendini göstermeye başlayacak. Bazen bir örtü altından bazen alenen karşımıza dikilecek. Yenileri de olacak içinde, gayet yakından tanıdıklarımız da. 

Hepsi bir arada gelecek.
İçinden seçip tanışacağız, sonra bir diğeri ile, sonra öteki ile.
Bu döngüde sen, ben, o hepimiz varoluş biçimlerimizde karşılacağız. Sapmalar ve olasılıklar dahilinde yeniden tanışacağız ve yeniden şaşıracağız. 

Daha açık ve bir o kadar da saklanmış bir dengede buluşacağız. Yeni isimler vereceğiz. Var olanların anlamlarını ifadelerimizle biçimlendireceğiz. Belki daha önce hiç yapmadığımız şekilde ve niçin yapmadığımızı bilemeyerek.

Mecburi işbirliklerimiz içerisinde bireysel çizgilerimizin yerini yeniden konumlayacağız. Vaktiyle bir rüyada gördüğümüz gibi olabilir mesela. Çok gerçek ve bir o kadar da “olamaz” dediğimiz gibi. 
Düşünsel dünyamızı realitede konumlandırmanın şaşkınlığını, iç sesimizdekilerin oluş hızında, evrenin kaçınılmaz dönüşümünde gördükçe hiç açılmamış kutularımızı farkedeceğiz. Olduğuna emin olduğumuz ancak nerede olduğunu bir türlü hatırlayamadığımız eşyalar gibi. Var, ama nerede? Derken tam da içinden ses yükselteceğiz.

Sanırım en çok da yeni gibi durup aslında yerleşmiş bilgilerle dolu olduğumuzu hissettiğimizde başlayacak bu dengenin şovu. Yüz çeviremeyeceğimiz, yok sayamayacağımız..

Şiirsel olacak. 

Şiir gibi gizli bir matematikte yükselecek. Şimdiye dek bedene indirgediğimiz tüm ölçüler artık kullanılabilir olacak. “Yeni günler için saklıyorum.” yazmıştım bir defterime. Oturmayan parçalara karşı öfkelerimin ve isyanlarımın akıştaki seyrini hem bilip hem de merak ederek..

Faz değişimi kadar belirgin yahut dünden farksız hissettirecek üstelik. İki türlüsü de ayakta alkışlanası. Hele ki konfor alanlarını zorlayarak ve kaçışları daraltarak içimizden çıkaracağı güç! 


Yeninin korkutucu ama mazoşist hazzı beynimi uyutmuyor. 


b’050420









6 Ocak 2017 Cuma

Suya inanmak




Herşeyin altından yürüyen bir su var. İpince, uzun bir koridor boyunca ilerleyen.
Bilgi o suda gizli.





Yokuş aşağı freni tutmadan yuvarlanan sen ve ben, değdiğimiz ne varsa altımıza alıp peşimizden sürüklediğimiz iyiler, kötüler, belirsizler. Kimliksiz anlarda yakamızdan tutan hava boşluğunda biriken minik moleküller ve gitgide yükselen volüm. Sınırsızlık çağında baş vermiş, bir türlü patlayamayan irinler. Yalanlar, riyalar, senden uzak sen gibi olmalarla bir olmuş dil oyunları. Gözlerin içinde en az üç adet farklı çıkışlı hikayeler. Hepsi birbirinin yedeği olmuş, kopya olduğundan habersiz birleşen hayatlar. Sunumlardaki renk kakafonisi, parmağın ucundaki güvensizlikler. Sarıldığın vakit batan dikenden duvarlar. Düşüncenin içine hapsolmuş bir dolu gölge ikizler. Ellerken farklı işitirken farklı gelen duyusal boşluklar. Gelmeyen rüyalar, bitmeyen sabahlar. İnatlaştıkça daha da boğan dünyanın 50 bin tonu. Dokunmakla bir türlü anlaşılamayan algısal hissizlikler. İnanç sistemlerinin devrelerinin yün yumağı gibi birbirine girdiği tarihler. Zamansal düşüncenin her gün biraz daha anlamsızlık kazandığı geniş yuvarlak içinde, gelip gidemeyip, biraz daha gelenler. Üstüste değil bazen yanyana ağırlaşan koku. Özgüvenin her allahın günü yeniden çimlenmeye ihtiyaç duyduğu toprak. Büyük enformatik boşluklar. Yoğun akan yağmurların yıkayamadan kirlendiği yeryüzü.

Herşeyin altından yavaşça ilerleyen bir su var.
Dünyanın beyni o suda gizli.


b'060117

22 Aralık 2014 Pazartesi

Sırtını yasla



Bir yerde doğrusu yazmıyor işte.
Aramakla bir halt olmadığını arayıp bulamadığında değil, aramadığında anlıyorsun. Mevzu da aynen bu. 





Yüksek ihtimaller arasında gezinirken, zamanın zamansızlığını hazmedip refaha ermek.  Sırtı yaslamak mesela.  Yada omuzları biraz düşürmek. Hayatın “fake” duruşlarına kanmamak. Akıntıların içinde çırpınmadan ilk kayaya sarılmak ve biraz uzanmak. Suya bırakmak, düşünmeden. Savunmalarından o basma kalıp ifadeleri çıkarmak hatta savunmamak bile. Sırtını yaslamak. Yüzünde istemsizce oluşan o kırık gülümsemeye odaklanmak. Kimseye haklısın dememek, kimseden onay beklememek yalnızca önüne geldiği gibi görmek, yani en azından görmeye çalışmak. (aniden araya giren bir keman solosu) 

Yük’lük olmak bir başarı değildir. Zoru başarmak ya da zor olanı elde etmek gerçek bir başarı olmadığı gibi zor olması iyi olması anlamına da gelmez.  Kolay da iyi olabilir. Savaşmadan, itip kakmadan, sürünmeden de kıymetli olabilir birçok şey. Çünkü kolay olan değersiz değildir. Kolaylık veya zorluk göreceliyken üstelik. 

Halüsinatif bir zaman algısında hangisinin aslında tam olarak ne olduğunu bilemezken, ben neyi bilebilirim? Bilmeye zorlayabilirim? Veyahut biliyormuş gibi yaşayabilirim? Ne için? Adımlarımı sıklaştırmak ile bir ağacın altında oturmanın hiçbir farkı yok ki. Ama bilmeden dokunabilirim, bilmeden dinleyebilir ve hatta görebilirim. Sahiplenebilir ve düşünebilirim bile. Her şey ben’de.


 
Ben baktığım müddetçe varsa her şey, istersem gözlerimi de kapatabilirim. 

b’2212

15 Temmuz 2014 Salı

Yürüdükçe hep saklı gizli. Düşüncede bile yorgan altı.

Çantası mavi idi.

Gök mavisi.
Gece mavisi.
Su mavisi.
Her tonundan geçip gitmiş bir şekilde. Aşağıda doğru akan mavilerden hani. Ağırlaştıkça sap kısmı siyaha çalıyor, lacivert gibi. Kilit yeri kahverengi. Çok şık.
Kullanılmış belli ki. Başka özenilmiş, dikkatle kullanılmış. Eskiyince kenarından tutmak kafi gelmiş.
Uzaktan bakınca bile belli oluyor. Çok yakına gelmeye, dokunmaya bile gerek yok. Sessizce izlenince konuşuyor hali hazırda.
Yüklerinden bahsediyor.
Eski güzelliğinden, değişmeyen karakterinden. Çok konuşmayı da sevmiyor gibi görünüyor da, sanıyorum öyle görünmek istediğinden.
İçinde ne yok ki.
İçinde ayrı bir içlik daha, kapanmayan, örtülemeyen. Saklayacak hiçbir şeyi olmamış bugüne dek. Ne bir fermuar ne bir düğme. Kendini başka biriyle ayıramamış. Yapmak istemiş de olmamış gibi bahsediyor ama sanmıyorum. Hiç denememiş bile. Sandığından daha utangaç olduğuna bahse girerim. Bahse girecek kimse yok, ama bulursam gireceğim. Kazanmak güzel bir tatmin.

Tütün kırıntıları var en altında. Pislik değil ama kırıntı. Bundan da utanıyor biraz ama alıştı bana 10 dakikada, gülümsüyor. Ben de gülümsüyorum. Ne olacak ki diye düşünüyordur, iyi de yapıyor. Ani kararlardan pişman olan azdır en nihayetinde. Bir yerde bir karar hep kendine göre ani olarak alınır. Göreceli zamanın, göreceli algısı.
Hızla düşünmek istiyor mesela, tedirginliğini bastırmanın en güzel yolu olarak seçmiş. Gerine gerine de söylüyor bunu, gülümsüyorum, anlamıyor. Örtüsü kalın. Laf lafı açıp yeni konulara geldiğinde, geriye dönüp düşündüğü anlaşılıyor, bence o da farkında. En az 10 kere daha tartmıştır. E olan olmuş, e çıkan çıkmış, e giden gitmiş diyorum. Yine de düşünüyor.
Oturup ona ışık hızı ile ses hızından bahsediyorum. Evrenin bu kadar vakti yok diyorum, geri dönüp değiştiremeyeceğimiz şeyler için yeterinde senaryo yazıldı, oynandı. Bir yenisine ne lüzum var? Boş bakışından hak verdiğine inanıyorum da değişmiyor işte o bakış. Sabit.

Hırslarını dahi sabitlemiş, kendine göre beklentileri en düşük seviyedeymiş, yalan.
Herkesi bir avazda kandıracak kadar usta yalancı, yıllanan bozuk derisine bakıp inanmayanın alnını karışlarım. İnanmış numarası yapıyorum, elimden birşey gelmiyor. Farkettim ki yalan söyledikçe dikişleri oynuyor, ama o kadar yavaş oynuyor ki, ona dikkat edeyim derken birkaç şeyi birden kaçırabiliyor insan. Değer mi? Elbette.

Yorgun ama.
Susmaktan çok yorgun. Hep dinlemiş hiç konuşmadan. Yüklüğünde atıklar birikmiş, dibinden salladıkça ses de geliyor da üzmemek için diyemiyorum. Kendini duymak iyi gelmez ya, bu sebepten çekiniyorum. Hali hazırda düşünüyorum ben de istemezdim. Gelemedik o kıvama henüz. Kendini bırakıp, duymaya sabretmek ayrı alemin işi.

Kırmızı bir kalem var içinde. Eski püskü, yazarken ucundan mürekkebi kağıda bırakan emektar kalemlerden. Kıpkırmızı çizilmiş, üstüne üstlük kurumuş kalmış. Baktığımı farkedince açıklama gereği hissediyor. Unutulan kapakların sonu diyor. Ama alışmış. Hatta güzel desenler olduğunu düşünecek kadar da benimsemiş. Şaşırsam da belli etmiyorum. Sende yok mu yani? diyecek kadar pervasızca korumaya alıyor çizgilerini. Alınmaması için gülümsüyorum. Hep birlikte gülüyoruz.
Kaç zamandır var diye soruyorum,
Baktım susmaya geçmiş. Yineliyorum, cevap alamıyorum.
 
En değerli yere geldiğimi düşünüyorum.
Kara kutunun en zevkli yerine. Susmak en kıymetlisi zaten dememle bir tebessüm ediyor.
Yutkunduğunu gördüğümü düşünmüyor.
Halbuki ben sesini bile duyuyorum.

Sessizlik geliyor peşinden.
Mavisinin en açık tonu: sessizlikmiş.




b'1507














9 Mayıs 2014 Cuma

Yollar uzadı..


 
Varoluşun sebebi kayısı çekirdiğinde saklı. Çok uzakta değil.

Uzak yollara giderken o bitmeyen virajlardan bilmem kaçıncısının kenarından dönüverdim yine..
Ah, hayır..! Kabullenmeyecektim değil mi? Sonuna kadar savaşacaktım bilinmeyenler uğruna? Bilinmeyen, bir denklemdeki zavallı x kadar akıllı bile değilken üstelik?
Kuvvetli yaratımlarımın yansımalarının içinde o saçma silüetler ile başbaşa bırakıldım kendim tarafından. Yüklüğüm öyle dolu, öyle biçimsiz ki, iki büklüm kaldım hayal gibi manzaraların kıyısında. Yok dedim, var dedim. Gittim, geldim. Türlü türlü konuştum, her kılığa girdim.
İçmedim.

Kimseden bir yudum içmedim.

Hep konuştum.
Elime ayağıma tutuna tutuna konuştum. Susuz kalana kadar konuştum.
Ben yıllardır konuşmamışım. Bunu bağıra bağıra konuştum.
Herkes dinledi. Bir gün o, diğer gün onun eli, başka gün onun kulağı. Her gün başka bir parçaya eklemlendim. Yutkunamadım, yutkunamadığımı günler sonra gördüm.
Nabzımı kontrol edemedim.
Gözlerimi hiç edemedim.
Herkes herşeyi gördü. Herşeyi duydu. Utandım.
Ama en çok gidenden utandım. Utandığımı anladığımda kaybolan ayaklarımdan daha çok utandım.
Çakılı kalan o sivri parçalar var ya, hepsinin üstüne oturdum teker teker.
Canımı yakacağını baştan söyleyenler ile hesabımı kestim. Borçlu çıktım, klasik.
Binbir dünya içerisinde en sakinine sığındım. Günlerce o kanepede kaldım. Dizlerim acıyordu, iyileştirdim. Tütüne sardım.
Titremelerimi görmezden geleyim dedim, çok zorlandım. Onları da çağırdım.
Seni de çağırdım. Defalarca. Saatlerce. Günlerce. Rüyalarca!

Sesler ile aram iyi değil. Seslenmedim. Seslenemedim.
Düşüncenin gücüne inandım. Her bir çağrım, kapını tıklattığım parmaklarımdan daha gürültülüydü. Her seferinde yeniden hoşgeldin demem gibi. Avazım çıktığı kadar yüksek.

Yerden de çok yüksek.

Kaldırımdan düştüğüm kabusların etkisi gibi. Boşluk hissi. Ani boşluk ve en sevdiğim paniksel vakalar.
Alışık olduğunu sanmak başka ama buna alışılmıyormuş. Sanılanın tam da aksine çarklarda kalan birkaç kemiksi doku ve tıkalı dişler. Ölümsüzlük gibi tıkalı. İmkansızın neredeyse eşanlamlısı : Ölümsüzlük.
Kurtuluşun ipi dolanık. Elimde tığ sabırla oturdum başına bu defa tamam, dedim.

Yetişemiyorum kendime verdiğim sözlere. Aynada tekrar ediyorum. Yine yetişemiyorum.
Bünye emmiyor söz vermeden. Gözlerimin içine baka baka tekrarlıyorum. Kafamdaki müzik hiç es vermiyor.

Aynı notanın ritminde, elimde dizlerim, kanepede oturuyorum.

b'0805




1 Mart 2014 Cumartesi

Yarı yarıya



Nefesimin donup elime düştüğünü gördüm.
Sanrıların yalnızca bedenden ibaret olmadığını. Düşüncenin kuyruklarının hiç de akla gelmeyecek kadar süslü olduğunu. Varoluşsal tüm hazların ve beklentilerin üstünden tırların geçebildiğini.
Aklın yolu da bir değil. Bir çok.  Henüz kendilerine iletemedik ama, sandıklarından çok daha büyük. Yorgunlukları, beklentileri de. Grinin tonları kadar farklı yüzündeki çizgiler. Her biri bir yerde.

Yolculuklar gibi.
Hepsinin farklı olması gibi. Kalmanın anlamsızlaştığı her gün gibi.

Nefesimin donup elime düştüğünü gördüm, bir de bir yukarı bir aşağı koşmanın hiç bu denli keyifli olmadığını.
Manzaralar sürekli oynarken bir öncekiyle bile bir anım olmadığı için teşekkür ettim. Anıların dünyanın en boktan şeyi olduğunu düşündüm. Ama sadece boktanlığı düşündüm. Bunun da bir anı olmamasına gayret ederek, ucundan düşündüm.
Sonra yeniden baktım. Bir saniye öncesinden kalan hiçbir şey taşınmamıştı başucuma. Hepsi o “an”ın parçası idi yalnızca. Göz açıp kapama süresince, o da gitti.
Hepimiz gittik. Koca bir demir yığını içinde, hepimiz bir yere gittik. Yok olmadan ama belirsizleşerek.




Ses hiç hız kesmedi.
Yalnızlık diye anlamlandırdığın ne varsa, tümü gibi, hiç hız kesmedi. Hareket etmediğin zamanların bir cevabı olduğunu gösterdi bitene dek. Şimdiye kadar sadece yokluktan akla gelmemiş, o kadar.

Sonra okudum. Soluksuz okudum. Tüm düşünceleri okudum.  
Uykusuz kalana dek okudum. Ateş bitti, yine okudum. Sınırlandırdığım ne varsa her şeyin sülalesine söve söve okudum. Parçalardan bir kaçı düşmüş, sonra fark ettim. Üstelemedim.
Onları da orada bırakarak devam ettim.

Hep devam ettim.





25 Ocak 2014 Cumartesi

Hesap, lütfen?


Kendimi dışında tutup, içeriden olmayan ne varsa "varmışcasına" hayalini mi kursam?
Azıcık gerçekliğin dışında itilmek çaremiz midir? Ya da tam tersi mi?
Algıda aşk mı daha sıkıntılı, yoksa algıda seçicilik mi?
Kıymet bilmek hep en son mu akla gelmeli?
"Bir şansım daha olsaydı" cümleciği ile "keşke" aynı kapıya mı çıkıyor bu dilde?
Yokluğun sebebi alışkanlık mıydı? Sende ya da bende?
İhtiyaç duyulan hücrelerin yenilenme hızı, büyüyen hayal kırıklıkları ile doğru orantılı mı?
Gözünü kapadığında gördüğün güneş artığı parlaklık mı, yoksa hava boşluğunun maviliği mi?
Nefesinin kaçta kaçı bedeninde kalabiliyor bu devirde?
En son ne zaman başın yukarda, bulutlara doğru yürüyebildin?
Gerçekten bu kadar önemli mi? 5 kere düşündün mü?
Göründüğün kadar "pişman" mısın? Yoksa sadece "yanılmış" mı?
İsteklerinden bu denli korkmayı ne zaman bırakmayı düşünüyorsun?
Yönlendirilmiş duyguların geçmişinde ne var?




Yıllar öncesinden kalan, farkında olmadan kendime yazdığım ileri tarihli mektuplar misali, bu zamana dek evden eve taşıdığım defterimi açtım. İçinden çıkan kurutulmuş yapraklar veya gözyaşları ile yayılmış mürekkeplerin çoğunun birbirinin devamı niteliğinde cümlelerden örüldüğünü gördüm. Örneğin, 4. defterin ortalarındaki bir hikayenin devamı, 2 defterin başındaki alıntıyla şüphesiz devam edebilir. Birkaç fotoğraf da gördüm. Yeniliğinin zorlukları var üzerinde. Elini nereye koyacağını bilemez haller, gülümsemelerin arkasındaki ruh halleri. 
Bu gibi çeşitlemelerin devamı kolaylıkla gelebilir. Ya da hayat aslında en anlamsız yerlerinden birinden de dokunabiliyor. Öyle ki; içlerinden birinden bir paragrafı okuduktan sonra ilk aklıma gelen şu oldu:

"Bomboştu sokak, boşluğun canı sıkılıyordu; ayaklarımın altından adımımı çekip, bir takunya gibi sağa sola fırlattı, tak tuk gürültüler çıkardı. İrkildi kadın ve kendini, ellerinden kopardı; o kadar çabuk, öyle şiddetliydi ki, avuçlarında kaldı yüzü.." / Rilke

İnsanın kokusu hiç değişmiyor ya, o misalde defterlere de bulaşıyormuş meğer kalplerin kokusu.