Ben saatlerin hiçbirini saymadım.
Kaçtı? neydi? neredeydi?.. ilgilenmedim. Gerek kalmasın diye kolumdakini de çıkarıp çantama koydum mütemadiyen ki bana akan zamanı ben yönetebileyim/izleyebileyim.
Gölgeleri takip ettim bolca. Dibine kadar sokulunca görürdüm mesafelerin zamanda etkisini, o bırakmışlığı yahut durağanlığı.
Günlerin ardı ardına geçişi de ilgimi çekerdi örneğin. Nasıl oluyor derdim birdenbire göz açıp kapayıncaya dek üstüste 3 gün geçmiş. Bu denli çok mu konuşur insan?! Konuştuğu yetmez bir de konuşturur mu geceler gündüzlere karışmışken? İki büklüm bir döşekte, tütünlere karışmış ne varsa, ciğerlerde.
Yetiştiğim de oldu, yalanım olmasın. Ağzım açık kalıp uzun uzun baktığım da oldu.
Su içip içip dilindeki o paslı tad gitmiyor gibi idi. Dün gibi gözümün önünde, yalanım yok inan.
Argodaki jargonlar yetmeyebiliyor dile, yadırgamamak lazım. Gün geliyor yalnızca aynı pencere aylarca açık kalabiliyor. Sular giriyor, bulutlar gidiyor, çer çöp çalı çırpı ne varsa doluyor, aldığı kadar. Güç yalnızca izlemeye yetebiliyor. Nadide bir eseri, eşsiz bir kompozisyonu düşünür ve içine girip tanımlar gibi "bakıyorlar". Ses çıkarmamaya yeminli. Ürkek? hayır, daha sert.
Çocuklar ekmek yiyorlar gibidir sesin 
Ön dişleriyle belli belirsiz 
Bir martı kalıyor gibidir hiç olmayandan 
Çünkü biz ikimiz de çirkin değiliz 
Evet mi hayır mı pek anlamadan. 
Ne biçim bir sestir şu bizim dalgınlığımız  
Bir tayın dişinde ince taflan 
Az yaşlı bir kadında göğüs uçlarının 
Yanarak sımsıcak bir kedinin ağzından 
Dönüp iç çekmesine gece kuşlarının. 
Sonra biz dağ başlarında apansız kurşunlanan  
Süresiz baş dönmesiyiz çok garip adamların. (E.C)
b' 1607
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder